Yazar, kendi çocukluğuna ve hayatına dair paylaşımlarda bulunmakta ve bizi gerek geçmişe götürmekte gerekse günümüze sürüklemektedir. Çocukluğundan, gazoz kapaklarından, taşlardan, misketlerden bahsederken eski bir yaşanmışlık ve huzur dolu sokaklarda buluyor insan kendini bu kitabı okurken. Sonra bir tokat gibi gerçeği çarpıyor ardından. Bilgisayar başında geçen vakitleri, biten samimiyeti, doğallığımız gibi raflardan kaldırılan babaanne dantelleri.
Sinemanın, tiyatronun, kitabın, derginin, bakır bir tasın bıraktığı hisleri anlatıyor bir diğer sayfada. O anlattıkça aklıma bir platformda bulunan yüzlerce film geliyor. Fakat bir şeyler eksik. Kahkaha, samimiyet, sıcaklık. Neşe dolu günler. Bir şey eksik değil sanırım. Çok şey eksik.
Başparmak Çocuk İncelemesi
Yine eleştiriyor yazar. Çocuklar artık yazar olmak istemiyor, mühendis, doktor ve askerde… Şovmen, manken, ünlü olma hayalleri ile süslenen düşler. Kaybolan çoğu şeyi fark ettiriyor. Sorumluluğu, çalışmayı, emeği. Günümüzü tekrar eleştiriyor. Kolay para kazanmak, milyoner olmak. Çabalamadan, adımlamadan yürümek. Okurken kaybettiği birçok şey ile yüzleşmeye devam ediyor insan, artık tamir etmediğini bir şeyleri. Tamir edemedikçe yarı yolda kaldığını…
”Düşünmeyen, araştırmayan çocuklar yetiştirmek istiyor birileri.” Kız çocukları süslensin, yeni saç modelleri, kapanmayan telefonlar, sesi kısılmayan pop şarkılar, bir de duvarları süsleyen posterler. Erkekler tabancalarla oynasın, savaş görüntüleri ile uykuya dalsın. Ekranları süsleyen karakterler, kıyafetlerden, kalemlerden, kitaplardan eksik kalmasın. Ama düşünmesin çocuklar. Araştırmasın. Yazar ise çocuklar düşünsün istiyor. Yarın hangi oyuncağı alacağını değil ama. Başka çocukları düşünsün. Savaşlardaki çocukları, yaşama sevincini kaybedenleri…
Çok etkilendiğim bir diğer hikayedeki son cümle ile başlamak istedim bu satıra. İlber Ortaylı’dan bir cümle bu. ” Biz çocuklarımıza ve gençlerimize bir şey vermeyen nesilleriz, oysa mazisini bilmeyen toplumun geleceğini inşa etmesi düşünülemez.” Okurken altını kalın bir çizgi ile çizdim. Çok şey hissettirdi, düşündürdü… Nasıl sahip çıkmadığımızı, geçmişimize. Geçmişimiz de bir sonraki hikâyede zamanla kaybolan dört yapraklı yoncanın dördüncü yaprağıydı. Kaybolmamak için sarılmalıydık kültürümüze. Bulursak şayet dördüncü yaprağı, şans ile kalmazdı sadece yoncanın hayatımıza etkisi.
Yazar minik hicivler ile ailelerden bahsederek devam ediyor. Kimi zaman onların çocuklarına ayak uydururken yaşadıklarını anlatırken kimi zaman eleştirmekten de kendini alamıyor. Eleştirirken de güldürüyor. ” Sana beş yüz bin defa söyledim, kirli ayakkabılarınla içerde yürüme” derken abartmayı, ”Ben öyle diyorsam öyledir” derken mantıklı düşünmeyi, ”Dünyada senin ailen kadar mükemmel bir aile var mı?” derken kıskandırmayı… Ailemizden öğrendiklerimizi tatlı bir mizah ile okuduklarından kesitler ile aktarıyor.
Çok şey kattı bu kitap bana. Fareli Köyün Kavalcısı masalının arka planını, ailelerin kopan bu küçük çocukların acı öyküsünü, hiç yaşamamış olan Kral Arthur’u, Robin Hood’u, William Thell’i… Bugün korktuğun bir şeyin, yarının komik bir anısı olacağına dair umudu. Bir de her yazanın gerçek olmadığını… Gerçek olan birçok şeyin yazılmadan yitip gittiğini… O kadar güzel eleştiriyor ki Yalvaç Ural. Okurken gülmemek, gülerken düşünmemek, düşünürken üzülmemek elde değil. Kitap ile bir duygudan diğerine geçiyorum. Şaşırıyorum, eğleniyorum, kızıyorum. Yazdığı küçük şiirler ile ise gülümsüyorum.
Kitabın son sayfalarına geldiğimde zamanın su gibi geçtiğini fark ettim. Yalvaç Ural ile karşılıklı olarak yaptığımız zappingler olduğunu fark ettim. O son sayfalarda kumandayla kanallarda sıkıcı bir şekilde zaplarken, ben kitap sayfalarını kahkahayla geçiyordum. Sanırım kitabın büyüsü buydu. Yeni şeyler öğrenmeye devam ediyorum. Eskiden kitapların virüsleri kâğıt kurtlarıymış, insanlar ise bu virüsten kurtulabilmek için ”Ya Kebibeç” yazarlarmış. Bugün ise sanal kitaplar anti virüsler ile korunmakta. Artık virüslerimiz de anti virüslerimizde sanal.
Parmak Çocuk masalı ile kitabın son sayfasına doğru yaklaşıyorum. Çocukluğum geliyor aklıma. Çok severdim masalları. Kitap bana ne güzel yaşanmışlıklarım olduğunu hatırlatıyor. Şimdiki gençlerin ise neleri yaşayamadıklarını. Baş parmakların işaret parmaklarının yerini aldığı bir dönemdeyiz. Her şey değer kaybediyor… Oyunlarımız, kitaplarımız… Başparmak aktifleştikçe ve sanal dünyayı önümüze serdikçe…
Kitabım bitti. Okudukça sürüklendiğim bir sonraki hikâyeyi heyecanla beklediğim keyifli bir kaçış oldu benim için. Çocukluğumu, yaşadıklarımı ve günümüzü sorguladım her sayfada. Teknoloji bulunmaz bir nimetti. Kolaylık sağlıyor, artık bir ”başparmak” ile dünyayı önümüze seriyordu. Bir mektup yazmıyorduk artık. Duygularımızı emojiler ile belirttiğimiz, kahkahamızı rastgele harflerle aktardığımız bir dünya. Çok güldüm derken mimik oynatmıyor, rastgele bir sürü harfe basarak sahte gülücükler dağıtıyoruz. ”Sahi Teknoloji bizden neler götürdü? ” diye düşünemeden de edemedim kitabın her sayfasında. Bu kitap ile çokça çıkarımda da bulundum. Kendimi eleştirdim. Günümüzü eleştirdim. Yalvaç Ural ile çıktığım bu yolculukta geçmişte yaşadığım her güzelliği, her hatırayı tekrar deneyimledim.